Terim belgeselinde, efsanevi Türk futbolcu ve teknik direktör, benzersiz kariyerini ve yaşam öyküsünü anlatıyor.
Athletic yazarı Nick Miller Türkiye’ye geldiğinde ve illa Fatih Terim’le röportaj yapmak istediğini ama bir türlü ulaşamadığını söylediğinde, onu hocanın iletişim ekibine yönlendirirken Galatasaray’dan ayrıldıktan sonra hiç kimseye konuşmamış hocanın ne diyeceğinden çok, bizim futbol iklimimizi hiç bilmeyen, gündemimizden habersiz ve en önemlisi hocayla hiç karşılaşmamış birinin izlenimlerinin ne olacağını merak ediyordum. O görüşmeden güzel bir röportaj çıktı, Terim ülkenin tek bir medya kuruluşuna konuşmadan, her mecrasında haber oldu ve benim asıl merak ettiğim konu da teyit edildi. Daha önce bu durumu Eric Cantona’nın Looking for İstanbul’u çekmek için gelen prodüksiyon ekibiyle de yaşamıştım ki Cantona’nın ekibi diyorum, karizmaya çok da yabancı bir grup değil yani.
Tarif edilemez aurası olan insanlar vardır. Bir yerde otururken, içeri kim olduğunu hiç bilmeseniz bile, biri olduğundan kesinlikle emin olduğunuz biri girer ve tüm dikkati üzerinde toplar. Karşılaştığınızda üzerinizde saygıyla karışık bir çekinme yaratır, Terim onu yakından tanımayanlar için tam da budur. Bu imajın kırılması için ya çok yakın çevresine dahil olmanız ya da biraz daha uzaktan, önyargısız bakmanız gerekir. İşte bu belgesel o Terim’in; futbolculuğunu da hesaba kattığınızda Türk futbolunun son 40 yılına kesintisiz damgasını vuran, şekillendiren, yapılandıran, ne yaparsa yapsın gündemden hiç düşmeyen, kariyerinde birçok ilk ve en’i barındıran, futbolumuzun en ikonik figürü Fatih Terim’in hikâyesi. Onu hiç tanımayanlara, Fatih Terim’in kim olduğunu ve neler başardığını, çoğu kısmı ilk ağızdan ya da en yakın çevresinden anlatan bir derleme.
Adı geçtiği anda, ülke topraklarında onu tanımayan, bilmeyen, onun hakkında olumlu ya da olumsuz bir duygusu olmayan birini bulmanın çok zor olduğu, ülke futbolunun özeti konumunda bir figür o. Dünyanın herhangi bir ülkesinde onu benzeteceğimiz, tarif etmek için örnek olarak kullanabileceğimiz, her şeyi bu denli bünyesinde barındıran ve ülke futbolunu özetleyen başka bir teknik adam bulmak zor. Aklımıza getirebileceğimiz en parlak isimler bile ya futbolculuk kariyerinden ya teknik adamlık yolculuklarının süresi ve kazandıkları kupa sayısından ya da milli takım kariyerleri bakımından ya da saha dışında eksik kalacaklar…
Serie A parantezini bir kenara bırakırsak, değil kariyeri tüm hayatı Galatasaray, milli takım ve ailesi arasında bir üçgende şekillenmiş, ‘futbolcu, kaptan, hoca, eş, baba, dede, imparator’ sıfatlarını kendisi bile bir önem sırasına koyamayan bir ismin bu belgeseli yapmaya neden karar verdiğini, ‘torunlarının anlatmak yerine izletebilecekleri bir anı bırakmak’ cümlesiyle anlatması sıralamanın aslında nasıl olduğu konusunda bir fikir verebilir bize. Ailesi onun hem sırtını dayadığı en güçlü noktası hem en yumuşak karnı.
Bu belgesel onun Galatasaray’ın başındaki dört, milli takımdaki üç döneminin, sayısını kendisinin bile unuttuğu kupaların hikâyesi diyeceğim ama aslında herhangi bir şeyi unuttuğunu hiç zannetmediğim, masasındaki kalemin, fotoğraf çerçevesinin, gelenlere ikram ettiği çikolata kutusunun bile yerleri belli olan, aylar sonraki randevularının bile günü saati defterinde not edilmiş bir Başak burcu o. Bırakın kupalarının sayısı ya da hikâyesi, herhangi bir olayı, insanı ya da sözü unuttuğuna bile inanması zor bir hafıza. Onu bu ülkenin en başarılı teknik adamı yapan kupaların hepsinin hikâyesi de dört bölüme sığmayacak kadar uzun ve zaten sığmamış da…
Belgeseli izlerken tıpkı Fatih Terim ve ailesi gibi gözleri dolacaklar da olacak, bilmediğimiz hiçbir şey öğrenmedik diyenler de… Ama kronolojik olarak her şeye hakim olanların bile babasıyla olan bazı anılarını, annesinin futbol düşkünlüğünü ya da torunu Yaman’ın hikâyesini bu denli detaylarıyla bilmediği; hocanın büyük kızının tek çocuğu hastanede hayat mücadelesi verirken ve Merve bu süreçte tüm dayanma gücünü babasından aldığını anlatırken, bizim olayın ciddiyetinin hiç farkında olmadan kim bilir hangi maçın hangi sonucuyla meşgul olduğumuz gerçeğini de değiştirmeyecek…
Fatih Terim belgeseli; hocanın hikâyesini başından sonuna özetleyen, yaşananları ilk ağızdan duyacağımız, başarıların (mümkün olduğunca) mimarlarıyla paylaşılarak anlatıldığı, kötü anıların pek sahibi olmadığı için olabilir, sonradan söz hakkı doğmaması için olabilir, daha hafif geçildiği, Terim’i hiç bilmeyen, tanımayan global izleyiciler için olduğu kadar, hafızalarını tazelemek isteyen Türk futbolseverler için de zaman içinde daha da önem kazanacak bir arşiv niteliğinde. Terim bakış açısıyla futbol nedir, aile nedir, oyunun tarifi nedir sorularının, çoğu zaman motto vari cümlelerle tarif edildiği bir belge...
Belgesel vizyona girer girmez Terim bir kez daha ülke gündemini şekillendirecek. Türkiye’de her konuda maalesef mümkün olmayan ama futbolda çok alıştığımız bir şekilde, eleştirenlerin sesi daha gür çıkacak, tüm söylenenler bittiğinde ve gündem durulduğunda Terim’in şimdiye kadar duymadığı, bilmediği, tahmin etmediği ya da başa çıkamayacağı yeni hiçbir şey söylenmemiş olacak.
O, torunlarına belki de ligdeki takımların yarısının başında eski öğrencilerinin olduğu bir sezonda, ömrünün çoğunu verdiği takımın başında bir jenerasyon değişikliği daha yapmış şekilde kazanılan bir şampiyonluk kupası armağan etmek isterdi, o sezondan geriye bir belgesel bırakmış oldu.
“Geriye dönüp baktığınızda her yaptığınızdan gurur duymuyorsunuz ama ne kadar gelişsem de, değişsem de sonuçta insanım, hatalar yaptım ve ölene kadar da yapacağım” diyor belgeselin neresi olduğunu söylersem bayağı spoiler’a girecek ama en merak edilen bölümlerinden birinde Terim. Bu belgeselde de bu röportajda da kafamızdaki her soruya cevap alamayacağız doğal olarak. Hikâyenin sonu izleyenin hayal gücüne bırakılan filmler gibi, biraz ucu açık kalarak bitecek ve bundan sonrasını hep beraber yaşayarak göreceğiz. Kesin olan tek şey, olasılık oldukça o mücadeleye devam edecek, hiçbir zaman pes etmeyecek ve bu hikâye o bitti demeden bitmeyecek.
Banu Yelkovan: Her birine ayrı belgesel yapılabilecek birçok maçı ve hikâyeyi, dört bölümde toplamak, çok zor bir iş. Belgesel çekimleri sırasında tüm kariyerinizi ve hayatınızı bir daha yaşamak sizde nasıl duygular uyandırdı?
Fatih Terim: Kupalar, madalyalar, arşivlerdeki görüntülerim veya fotoğraflarım benim için çok şey ifade ediyor. Bir kupaya veya fotoğrafa baktığımda; o anın hikâyesini hatırlıyor, o anın duygusunu yaşıyorum. Aslında bu belgeseli yapmayı kabul ettiğimde içimden geçen de buydu. Herkesin gördüğü ile bana yaşattığı duyguyu birleştirmek.
Dediğiniz gibi bazen bir dost sohbetinde, bir maçı bile saatlerce konuşabilirken, neredeyse tüm hayatımı dört bölüme sığdırmak zordu. Zaten sığmadı. Ama eminim beni hiç tanımayan birinin bile dikkatini çekse, dört bölüm de hem bana hem hayata dair çok şey anlatıyor.
Sonrasında ilk izlediğinizde neler hissettiniz?
FT: Ben çekimler sırasında dönem dönem yaşadıklarımı anlatıyorum. Adana, İstanbul, Ankara, İzmir derken Floransa, Milano, tekrar İstanbul… Anlatıyorum ama hatırladıkça başa dönüyoruz veya başka konuya geçiyoruz. Ben ne anlattığımı çok iyi hatırlıyorum tabii ama başkaları ne dedi, ne anlattı, bilmiyorum. Bir veya iki kişinin eş zamanlı çekimi yapılmış. Sadece onların birer yorumu geldi bana soru olarak. Onun dışında hiçbir şey bilmiyorum. İnanır mısınız, uzunca bir süre kimler konuştu, onu da bilmiyordum.
Neyse, dediler ki, hocam ilk iki bölüm bitti, gelin. Eşim Fulya ile izledik ve gözyaşlarımızı tutamadığımız anlar oldu. Hiç kolay değil. İnsan o an kendine yabancılaşıyor. Yani izlediğin kendi hayatın ama görüntüler, müzik, konuşmalar… Bir süre sonra son iki bölümü izledik. Bu sefer kızlarım vardı yanımda. Baktım onların da gözler doluyor. “Elinize sağlık” dedik ve çıktık. Şu an bile çok heyecanlıyım. İleride torunlarımın, “bu bizim dedemiz” diye anlatmak yerine izletecekleri bir iş olmuş. Bu duygu beni çok mutlu ediyor.
(Belgeselde “Her şey çok çabuk unutuluyor, bazen kendiniz bile hatırlamıyorsunuz, bu zaman yolculuğunda neler yapmışım, kendim de izlemek istiyorum, belki benim de unuttuklarım vardır” diyorsunuz.) Belgeselin size hatırlattığı bir anı oldu mu, yoksa yaşadığınız her şeyi tüm detaylarıyla hafızanızda taşıyor musunuz?
FT: İyi mi kötü mü bilmiyorum ama kolay kolay unutmuyorum ben. Yani diyelim bir şey sordunuz. Kayıtlarda mutlaka vardır ama hafızadan o kaydı çağırmak gerekir. Önemsediğim, bende izi olan, emek verdiğim her ne ise o an hatırlamasam bile mutlaka düşünüp beklerim ve aklıma gelmesini sağlarım. Futbolculuk dönemimde oynadığım maçları sorun, dakika ve skoruyla hatırlarım. İsimleri unutmam.
Çekimler sırasında da öyle oldu. Kendi hikâyemle ilgili olayları, konuları, isimleri veya yerleri, kayıtlardan çıkarıp hem hatırladım hem söze döktüm. Tabii konu konuyu açtıkça o öyle olmuş, bir de bu vardı dediğim veya çekimler bittikten sonra şunu da söyleseymişim dediğim şeyler oldu. Ama biliyorum ki sonu yok bunun.
Çok küçük yaşta hayat gailesinin içine düşen, babasıyla işe giden, sorumluluk sahibi bir çocuk olduğunuzu öğrendik. Hayalleri olan bir çocuk muydunuz? O zamanlar en büyük hayaliniz neydi?
FT: Çocukluğu zor ama mutlu bir çocuk olmak hayallerime engel değildi. Elbette hayallerim vardı. İlk hayallerim, ailemin koşullarının daha iyi olması içindi. Ev alıyorum, borç ödüyorum. Belki o dönemde paramızın yetmediği şeyleri hayalimde alabiliyordum. Sonra tabii ki futbol. Ben futbolu hayal ediyordum. Futbol oynamak da bana yeni hayaller kurduruyordu. O nedenle futbol hayali kuran her çocuğu çok iyi anlarım. Bilirim ki hayallerimizin ortak renkleri, sesleri, görüntüleri vardır.
Eşiniz bu mesleği yapamayacağınızı düşündüğünü ve çok yanıldığını anlattı. Teknik direktör olmaya tam olarak ne zaman karar verdiniz?
FT: Eşim Fulya’nın haklı olduğu şey gençlikteki ani parlamalardı. Gerçi hâlâ var ama o zaman bu meslek için uygun olmayabilir diye düşünüyordu.
Bir futbolcu eğer sahada inandığını yapabiliyor ve oyunu sadece kendi açısından değil takım açısından okuyabiliyorsa mutlaka bir gün teknik direktör olmayı aklından geçirir. Aklından geçirmekle hayata geçirmek farklı elbette. O dönem teknik direktör olmam için önemli isimlerden tavsiyeler alıyordum. Ben de kendime, bunun için çok çalışıp kendimi geliştireceğime, daha cesur olabileceğime, yapılmamışları denemek istediğime inanıyordum.
Evlat, futbolcu, kaptan, hoca, eş, baba, dede, imparator… Bu sıfatlar arasında bir öncelik sıralaması yapmak zor olsa da ilk üçe hangilerini koyardınız? Bu listeye eklemek istediğiniz sıfatlar var mı?
FT: Öncelik sırası yapamayacağım gibi, içlerinden birini de çıkarmam da mümkün değil. Benim hikâyemi tamamlayan tüm unsurların bir araya geldiği bir çember bu. Hangisini diğerinden ayırırsam, hikâye eksik kalır ve döngü tamamlanmaz. Ben evlat olarak da, futbolcu olarak da, kaptan, hoca, eş, baba, dede, imparator olarak da kendi hikâyem içinde çok mutlu oldum. Hepsinin ayrı sorumlulukları, güzellikleri oldu.
Oyuncularınız, aileniz ve arkadaşlarınız oyunda bile kaybetmeyi sevmediğinizi sıklıkla söylediler. Futbol dışında en sevdiğiniz oyun hangisi? Ailede ve arkadaşlarınız arasında en büyük rakibiniz kim?
FT: Sporun içinde kazanma, mücadele etme, pek hoşlanmasak da kaybetmek de var . Bu yüzden sporun her türlüsünü severim. Futbol dışında, ne söyleyebilirim; aile arasında kanasta oynarız. Eşim Fulya en büyük rakibim; eh, sadece ben değil, ailede kaybetmekten hoşlanan da çok kişi yok açıkçası.
Çekimlere Galatasaray teknik direktörü olarak başladınız, bambaşka bir noktada bitirdiniz. O süreci nasıl yaşadınız? Bu çekimleri nasıl etkiledi?
FT: Hayatın içinde ne varsa futbolda da var. Bunu belgeselde de söyledim. Futbol sadece bir spor değil. Sadece çekimlere değil genel olarak belgesele, dolayısıyla hayatıma baktığınızda başladığım ve bitirdiğim pek çok şey var. Bu süreç de onlardan biriydi.
Belgeseli izledikten sonra sizce eksik kalan kısımlar ya da keşke o da olsaydı dediğiniz kişiler oldu mu? Bu soruyu sorarken aklıma ilk gelen rahmetli babanız… Onun dışında sizin için çok özel olan, ancak belgeselde yer almayan başka isimler var mı?
FT: Ahh ahh… Keşke babam hayatta olsaydı da belgeselde yer alabilseydi. Ama ben daha çok izledikten sonra ne derdi, ne düşünüp hissederdi onu merak ediyorum. Açıkçası ben kimlerle görüşüldüğünü çekimlerin bitmesine yakın öğrendim. Netflix’in benden beklentisi çok netti: “Biz hayatınızın önemli kırılma anlarına dair pek çok kişiden konuyu dinliyor, anlıyoruz; peki tüm bunlar olurken Fatih Terim ne düşündü, ne hissetti?”
Benim odaklandığım nokta da bu oldu.
Gönül tabii ki herkes olsun ister ama süre de belli. Az önceki sorunuzla birleştirerek gönlümden geçen bir şeyi de paylaşayım. Dedik ya hani dost sohbetlerinde bazen sadece bir maç, saatlerce konuşuluyor diye. Bir gün o maçın, o olayın veya o konunun içindeki kişilerle hep birlikte sohbet ederken kamera çeksin bizleri. Gülerken, itiraz ederken, kızarken veya desteklerken. Yani masa sohbetleri gibi. İnanın tadı çok başka.