Berkun Oya’nın Bir Başkadır’ı, bizi birleştiren bastırılmış duyguları derinlemesine inceliyor.
Berkun Oya ile söyleşimizi pandemi koşullarında gerçekleştiriyoruz. İkimiz de bilgisayar başındayız; o Bozcaada’da, ben İstanbul’da. Yine de bir kafede karşılıklı oturmuş kahvelerimizi yudumluyor gibi yapmayı başarıyoruz. Berkun, Bozcaada’da yoğun bir çalışma temposu içinde. Yeni bir senaryo çalışması var. Ama henüz tamamlanmadığı için bu çalışmanın ne hakkında olduğunu söylemek istemiyor. Sohbet sırasında bir gün Netflix ile yine çalışmaktan mutluluk duyacağını söylüyor. “Benim yaptığım işi yapan birine verilebilecek en güzel şeyi verdiler bana; özgürlük” diyor. Sonrasında “Bir Başkadır” üstüne konuşmaya başlıyoruz. Sohbetin sonunda, içinde yaşadığımız akvaryumun bana ait köşesine çekilmeden önce aklımda o muhteşem Pink Floyd şarkısındaki Roger Waters sözleri vardı: “Together we stand, divided we fall.”
Yekta Kopan: Berkun merhaba. “Bir Başkadır” yayına çıktığı anda Türkiye’de bir fenomen, dünyada bir ilgi odağı oldu. Böylesine büyük bir ilgi bekliyor muydun bilmiyorum ama özellikle o ilk bir ay içinde yaşanan toplumsal yoğunlaşmayı nasıl karşıladığını merak ediyorum.
Berkun Oya: Aşamalı bir süreç oldu aslında. Önce şaşkınlık oldu tabii. Sonra biraz daha şaşkınlık oldu, sonra biraz da endişe doğdu içimde. Dizi hakkında uçlarda fikirler paylaşıldıkça, hayal ettiğimin aksine ayrıştırıcı bir etkisi mi oldu acaba bu işin diye endişelendim. Birleştirici bir hikaye anlatmak istedim ben, buna ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum, bu konuda yalnız olduğumu da sanmıyorum. Ne kadar iç içe ve beraber yaşadığımıza, yüzeyde keskin ayrımlar var gibi gözükse de derinlerde nasıl sarmaş dolaş olduğumuza değinmek istedim. Gizli geçişken ilişki ağlarının toplum olarak bizi nasıl zenginleştirdiğinin altını çizmek istedim. Çünkü geleceğin kodları bence bu zenginlikte saklı.
O süreçte yazılan her şeyi okumak, söylenen her şeyi takip etmek mümkün değildi tabii. Ama elimden geldiğince baktım. Özellikle olumsuz olan eleştirilerden dersler çıkarmaya gayret ettim, katıldıklarım oldu, mahçup hissettim, keşke bu işin şurasında daha ince eleyip daha sık dokusaydım dediğim yerler var, hep olur zaten, işin tabiatı bu, on yıl önce yaptığım bir tiyatro oyunundaki zayıf nokta da bugün hala uykumu kaçırabiliyor. İyi ki de öyle; devam etme ve daha iyisini yapmak için gayret etme motivasyonu yaratıyor bu insanda. Faydalı bir eleştiri, ağır bir ödül heykelciğinden daha bereketli her zaman.
“Bir Başkadır”için yapılan yorumların çoğunda dizinin bir sosyolojik ve psikolojik analiz alanı açtığı söylendi. Dünyanın içine düştüğü kutuplaşma kabusunda, bir tartışma-iletişim kurma olanağı verdi bu dizi. Az önce senin söylediğin gibi o geçişken halimizle yüzleşme olanağı verdi. Birleştirici olabilme ihtimalinin kıyısına getirdi bizi. Senaryoya çalışmaya başladığında zihnindeki ana çizgi neydi?
BO: Bir seçim zamanıydı, oy kullanıyordum, kabine girdim, perdeyi çekip oy pusulasını masaya koydum. Şöyle bir baktım, yuvarlaklar var işte, birini seçip damgayı vurmak gerekiyor yine. O anda şunu düşündüm: “Şu kâğıdın toplamına damga vurmanın yolu yok mu?” Birine değil de hepsine oy vermek. Yani bu yuvarlakların temsil ettiği partilerin oy oranları performanslarına göre yükselip alçalacak tabi ki ama daha adil bir dengede temsil edilebilseler. Yani biri dominant iken bir diğeri itilip kakılmasa. Yani eşsiz ve kıymetli zenginliğimiz bu kağıda daha çok yansıyor olsa. Oy pusulasını katlayıp üstüne ‘Hepsine oy veriyorum’ yazmak ve damgayı vurmak istedim. Öyle yapmadım tabi, bir tanesine oy verdim çıktım. Sonra eve yürürken yavaş yavaş bu senaryoyu yazma fikri oluşmaya başladı.
Kimi zaman klişe denebilecek olay örgülerine alan açıyorsun bu dizide. Kimi karakterlerinin zaman zaman tek boyutlu kalmasını özellikle istiyor gibisin. Sanki suyun yüzeyini gösterip, derine dalmaya cesareti olan izleyiciye konuşma yaratmak istiyor gibisin. İzleyenleri konuşturmak hatta biraz daha muzipçe sorarsam herkesin çenesinin düşmesini sağlamak gibi bir amacın var mıydı?
BO: Özel olarak böyle bir amacım yoktu. Ama böyle olduysa da iyi bir şey sanıyorum, iyi komşularınız var demek bu. İnsanların yaptığınız iş hakkında fikirlerini paylaşma ihtiyacı ve heyecanı duymaları çok güzel, tabağı geri boş yollamayan komşularımız olsun hep, ne güzel.
Uzun yıllardır tanıdığın, birlikte sinema-televizyon-tiyatro çalışması yaptığın oyuncularla çalışmayı sevdiğini biliyoruz. Dizideki rol dağılımı senaryo aşamasında mı oluştu zihninde? Ve eğer o aşamada bazı roller belli olduysa, yazarken oyunculara göre mi davrandın?
BO: Bu durum bazı oyuncular için geçerli, bazı oyuncular için değil. Hep aynı oyuncularla çalışma meselesi bana çok söyleniyor. Tamamen öyle değil aslında. Evet aynı oyuncularla çalışıyorum ama yenileri de ekleniyor. “Bir Başkadır” da ilk defa çalıştığım bir sürü oyuncu var. Son yaptığımız “Dünyada Karşılaşmış Gibi” oyununda da öyleydi. Evet Okan (Yalabık), Öner (Erkan) ve Defne (Kayalar) vardı ama o oyundaki dört oyuncuyla da ilk defa çalıştım, iyi ki de çalışmışım. Tabi birbirinizi iyi tanıdığınız oyuncularla çalışmak çok avantajlı oluyor, hayatı büyük oranda kolaylaştırıyor. Bir de o insanlar benim arkadaşlarım. Benim gibi asıl işi yazarlık olan ve bu yüzden de vaktinin büyük bölümünü yalnız geçiren biri için oyun yönetmek, film ya da dizi yapmak bir yandan da sosyalleşme araçları. İnsan o vakti de sevdiği arkadaşlarıyla geçirmek istiyor, benim büyük şansım onların bir yandan da yetenekli ve güvenilir oyuncular olması.
Diziyi kaç haftada çektiniz?
BO: Toplamda dokuz haftada çektik.
Okuma provaları nasıl geçti? Oyuncuların rollerine ve senaryoya eleştirilerine ya da katkılarına ne kadar açıktın?
BO: Okuma provaları benim için her zaman işin en önemli ve en zevkli kısmı. Tiyatroda da öyle. Genelde okuma provalarımız biraz uzun oluyor bizim. Mesela Bir Başkadır’ın açılışındaki ilk terapi sahnesini sanıyorum beş ay gibi bir süre boyunca masa başında çalıştık. Seti, konuşulup üstünde anlaşılmış olanın tatbik edildiği bir alan gibi görüyorum. Eleştirilere ve katkılara gelince, prova süreci tam da bunun için var zaten, oyuncuyla beraber zenginleşmek için aylarca fırsatınız var, sette böyle bir vakit yok, o yüzden oyuncunun ağzından çıkacak her laf içine sinmeden sete çıkmaması için uğraşmak gerekiyor. Bu konforlu alanı sağladıktan sonra, sette gelişebilecek sürprizler de işin zevkini arttırıyor. Zaten sadece oyuncunun değil, çevrenizdeki herkesin katkısı gerekiyor. Yazarlığın aksine, bir tiyatro oyunu yada bir film yapmak kalabalık olmayı gerektiriyor ve o kalabalığın her bireyi o filmin sahibi. Böyle bakmadığınızda ne sette ne de işin bütününde harmonik bir yapı oluşmuyor. Kaldı ki ben tecrübelendikçe daha çok dinlemenin, daha çok fikir almanın gerektiğine inanıyorum. Çoğu işi yaparken tecrübe kazandıkça hızlanır insan, bu işte aksine tecrübe kazandıkça yavaşlamak gerekiyor. Bir çok usta yönetmenin filmlerini neden o kadar uzun sürelerde çektiklerini anlayabiliyorum galiba. Ve tecrübe kazandıkça daha çok duymak, daha çok dinlemek önemli. Sen bildiğinden ne kadar emin olsan da, kafandaki çerçeve ne kadar katı çizgilerle çizili olsa da daha çok danışmak, daha çok fikir almakta zarar yok. İnsan gençken, özgüveniyle kendi kendine köşe kapmaca oynarken “Ben biliyorum, bu böyledir, ben diyorsam doğrudur” gibi hülyalara kapılabilir. Ama profesyonelleştikçe, insanların fikirlerine ve önerilerine daha açık olmanın kıymetini anlamalı sanki. Tecrübelendikçe amatörleşmek gereken bir iş gibi görüyorum aslında.“Bir Başkadır”ın senaryo aşamasında da böyle oldu örneğin, başta dizinin yaratıcı yapımcılarından Ali Farkhonde olmak üzere bir çok kişinin görüşlerinden istifade ettim. Kaba kurgu bittiğinde de epey insana izlettim. Sosyolog arkadaşlarla, psikiyatrist arkadaşlarla uzun sohbetler yaptım. Yani bir hamlık, çiğ bir durum, basit bir hata yapmayalım diye kendimce çok uğraştım, ki bu pek gerçekçi değil. Mutlaka bir şeyler eksik kalıyor. Kaldı ki hayal gücüyle kurulan bir dünyada bazen bilgi eksik kalabilir, gerçeğin buzluktan çıkmış antrikota benzer bilgileri seni paçandan yakalamak istese de silkeleyip kurtulmak isteyebiliyorsun o soğuk et parçasından, bilgiyi yetim bırakıp hayal gücünün seni götürdüğü yere gitmeyi tercih edebiliyorsun, rasyonel düşünce bir noktada ortadan kaybolabiliyor, hatta büyük oranda kaybolması da gerekiyor sanıyorum. Ama bir yanınla da hep kurduğun dünyanın ayakları yere sağlam bassın, algıda kazalara sebep olmasın istiyorsun tabi. Pek mümkün değil, eksikler yada fazlalıklar olabiliyor, senin ortaya koyduğun argümanın başka bir yerdeki yansıması yetersiz, olumsuz ve hatta tehlikeli bile bulunabiliyor, açıklıklar, lekeler kalabiliyor, bazen çok saçma bir teknik sebepten bile kaynaklanabiliyor bu durum, bir sahne şu yada bu sebeple çekilemiyor mesela ve eksikliği bütünde hissediliyor, Sinan’ın çekemediğimiz iki sahnesi var, ben eksikliğini hala günde otuz beş kere hissediyorum. Küçük ya a büyük bir şeyler mutlaka oluyor yani, yapacak bir şey yok. Aksi mümkün değil zaten. Mükemmel, mümkünü imkansız kılıyor ve mümkün de şahane bir şey, hakkını yememek lazım.
Oyuncular gerçekten de olağanüstü. Onlarla da ayrıca bir sohbet etme olanağı buldum ve hepsini tek tek tebrik ettim. Onlarla ilgili neler söyleyeceğini merak ediyorum. Sette seni şaşırtan, küçücük bir oyunla sahnenin bambaşka bir anlama taşındığı anlar oldu mu?
BO: Oldu tabi, olmaz mı. En güzel anlar işte o anlar oluyor zaten. Öbür türlü çok robotize bir durum olur herhalde. Aklıma gelen bir şey var, belki çok basit ve küçük gibi gelebilir ama benim için büyük ve belirleyici bir andı. Fatih’in (Artman), Bige (Önal) ve Esme’yi (Madra) tuvalet kabininden çıkarmaya çalıştığı bir sahne var mesela, orada replik, “Boşaltalım lütfen, çıkın dışarı” gibi bir şeydi. Fatih orada bana “İçimden çok ‘kabin’ demek geçiyor. Kabin diyeyim mi?” dedi. “Boşaltalım kabini lütfen” dedi. Oradaki “kabin” kelimesi, Yasin’in ağzından çıkıyordu. Fatih, Yasin adına konuştu, çünkü onu hepimizden daha iyi tanıyordu artık. Bir kelime küçük ve önemsiz gibi gelebilir ama bana göre o an, bu diziyle uğraştığım iki seneyi aşkın zaman boyunca en çok heyecanlandığım anlardan biriydi.
Tek bir sahneyle ilgili bir soru sormak isterim. Meryem’in arabada sinir krizi geçiren Ruhiye’ye “Kalk kız azıcık oynayalım,” dediği sahne. Gerçekten muhteşem. Öykü Karayel’in dediğine göre tek seferde çekilmiş. Belki bir prova, bir kayıttır. Hayatımda izlediğim en sahici anlardan biri olabilir. Hangi kesimden olduğu fark etmez, sanki biz milletçe her şeye böyle çözüm buluyoruz gibi hissettiriyor. Oynayacağımıza oturup konuşsak sorunlara daha gerçekçi bir çözüm mü bulacağız yoksa “Kalk kız azıcık oynayalım” demek bizim toplumsal gücümüz mü sence?
BO: Önce biraz oynayıp sonra oturup konuşalım bence, sonra zaten hep oynayacağız.
Dizinin merkezinde kadınlar olduğunu söyleyebiliriz. Özgürleşme ve iyileşme hikayeleri kadınların çevresinde. Kadına yönelik şiddetin, kadın cinayetlerinin, tacizin ve baskıların dünyasında bunun da güçlü bir duruş olduğunu düşünüyorum. Bu konuda neler söyleyeceksin?
BO: Daha da güçlü durmak gerekiyor, gayretim bu yönde, bunu söyleyebilirim.
Eleştiriler de geldi. Peri bunca yıllık devlet hastanesi tecrübesinde daha önce bir yüzleşme yaşayamamış mı? Sinan ne iş yapıyor? Ruhiye’nin yüzleşmesi ve arınması ne derece inandırıcı gibi? Gelen eleştiriler konusunda senin yorumun nedir?
BO:Aslında daha önce söylediğim gibi, tabak komşudan geri dolu geldi, şimdi komşudan gelen tabaktakilerin hiç bir lokmasını ziyan etmeden yemek, sindirmek ve yola devam etmek gerekiyor, bu kadar.
Bir başka eleştiri de neredeyse bütün karakterlerin hikayesi bağlanırken, hatta mutlu bir sona bağlanırken Gülbin-Gülin aksının havada kalması üstüne. Bu konuda neler söyleyeceksin?
BO: Bazı hikayelerin sonunun havada kalarak bitmesi, o hikayeyi yazmaya başlamanın da sebebidir zaten.
Dizinin estetiğiyle ilgili tercihlerini de sormak istiyorum. Mekân tercihleri, set tasarımı, renkler… Hepsi bizi biraz Yeşilçam’a biraz da toplumsal gerçekçi filmlere götürüyor. Üstelik bütün bu tercihler filmi biraz da zamansız kılıyor. Sanki son 50 yılın görsel bir izdüşümü var ekranda. Yapılan toplumsal analizlerin bir nedeni de bu bence. Estetik tercihlerin nasıl oluştu?
BO: Bir zamansızlık algısı yaratma arzum vardı evet. Dizi günümüzde geçiyor ama müzik kullanımından, bahsettiğin çekim tercihlerine, ya da dizinin logosunun dokusuna kadar her anlamda bunu amaçladım diyebilirim. Amaç hepimiz için ortak bir zamansızlık algısı yaratmak.
Özellikle sinemaseverlerin hemen yoğunlaştığı bir konu da “Bosphore” oldu. Maurice Pialat’nın 1962- 1964 tarihleri arasında Türkiye’de çektiği altı kısa filmden “Bosphore” ile nasıl bir ilişki kurdun ve izleyicinin nasıl bir ilişki kurmasını istedin?
BO: İşte bu konuştuğumuz sebeplerden, o görüntülerin bende yarattığı etkiden yola çıkarak kullandım. Bu duygu o görüntüler için de, bölüm sonlarındaki diğer arşiv görüntüleri için de, Ferdi Özbeğen için de geçerli. Hep o soyut ama tanıdık hissin peşinde olmanın sonuçları aslında.
Ferdi Özbeğen’e ayrı bir parantez açmak isterim. Ferdi Özbeğen gerçekten çok bilinen ama az konuşulmuş bir isimdi. “Bir Başkadır"dan sonra bu açık biraz kapatıldı neyse ki… Batılı bir görünüm, bir batı enstrümanı olan piyano ve doğunun nameleriyle toplumun bütün sınıflarına nüfuz edebilen bir eğlence insanı. Üstelik cinsel yönelimini dilediğince yaşamasına izin verilmemiş, ikiyüzlü bir sevgiyle kuşatılmış bir figür. Ferdi Özbeğen dizinin en önemli oyuncularından biri bence. Sen ne düşünüyorsun Ferdi Özbeğen hakkında?
BO: Dizinin önemli oyuncularından biri lafına katılıyorum, tam olarak da bu söylediğin sebeplerden, onu tarif ederken altını çizdiğin zenginlik ve belki de o zenginliğin Ferdi Özbeğen’in omuzlarında yarattığı acı tatlı yükten dolayı. Hatta yakın çevremle konuşurken dizide hangi roller var diye sorulduğunda Yasin var, Peri var, Meryem, Ruhiye, Ferdi Özbeğen diye devam ettiğimi hatırlıyorum. Ferdi Özbeğen hayranıyım ben uzun yıllardır. Onu bilenler biliyor tabi ama umarım şimdi benim gibi hayranlarının sayısı artıyordur. Çünkü Ferdi Özbeğen bence o soyut ama tanıdık hissin, ortak zamansızlığımızın nazar boncuğudur.
Dizinin bir başka önemli oyuncusunun da İstanbul olduğunu düşünüyorum. Ama karanlık, bunaltıcı, gri bir İstanbul var karşımızda. Ancak İstanbul’dan çıktığımız sahnelerde biraz canlanıyor renkler. Bugünün İstanbul’u konusunda neler düşünüyorsun?
BO: Bildiğim, tanıdığım, gördüğüm İstanbul’u resmetmek istedim. Bazen bir kaç aldatıcı ve turistik resimle kayırmak istiyor insanlar filmlerde, dizilerde İstanbul’u. Çok sevdikleri için yapıyorlar herhalde bunu, anlıyorum hep güzel taraflarını göstermek, toz kondurmamak istiyorlar, ama bence İstanbul’u kayırmak ona yapılacak en büyük haksızlık, dürbünün tersiyle bakmamak lazım İstanbul’a, yaklaştıkça çeşitlenen, çeşitlendikçe şenlenen bir şehir İstanbul.
Diziyi izleyen Alman, İngiliz, İtalyan arkadaşlarımla konuştuğumda onların daha çok bir “belgesel” gözüyle izlediğini fark ettim. Elbette benim ulaştığım birkaç kişinin görüşüyle sınırlı olmamalı bu konuda yapılacak değerlendirme. Sence batılı izleyici nasıl bir ilişki kuruyor diziyle?
BO: Bana da mesajlar geliyor. Genel intiba olumlu gibi anlıyorum. Ama açıkçası insan ister istemez kendi memleketinde ne düşünüldüğünü daha çok önemsiyor. Evin içinde ne konuşulduğu hep daha önemli, hele ki toplum olarak hassas olunabilecek, mahremimiz olarak görülebilecek konularda yazıyorsan.
Dizinin Türkiye’de yıllardır süren toplumsal birçok sorunu çözmesi beklendi. Hatta kimi zaman bu çözümün formüllerini vermesi beklendi. Sanki senden sosyolog, psikolog, siyaset bilimci ve hatta ekonomist olman beklendi. Dizinin yıllara yayılan bütün sorunlara ve kutuplaşmaya çözüm bulması istendi sanki. Böylesine büyük bir beklenti sana neler hissettirdi?
BO: Devam etmek. Bir tane daha yapmak. Daha iyisini yapmak için gayret etmek. O kadar.
Her karakter için bir anlamda “mutlu son” istemişsin. Bütün bu kutuplaşmanın içinde irili-ufaklı mutlu sonlara inanmamızı mı istedin? Yaşanır bir gelecek mümkün mü sence?
BO: Bekir Ağırdır’ın “Hikayesini Arayan Gelecek” kitabını okumayanlara tavsiye etmek isterim izninle tam da bu noktada. Bekir Bey her zamanki gibi hamasetten uzak bir dille, rakamların ve bilimin gücünü, kendi kıymetli perspektifinin gücüyle birleştiriyor ve yumuşak ışıklı bir fener tutuyor ortak geleceğimize. Kendisinden bahsetmeyi arzu etmemin bir diğer sebebi de teşekkür borçlu olmam. Hiç haberi olmasa da bu senaryoyu yazarken bana çok değerli katkılarının olduğunu söylemek isterim. Tanışma şansım olmadı ama uzun yıllardır takip ettiğim bir fikir insanı olduğu için onun toplumsal okumalarının izleri var ister istemez senaryoda, hatta Peri’nin Gülbin’le konuşurken söylediği “Biz seninle bir akvaryumun içinde yaşıyoruz” lafındaki akvaryum, Bekir Ağırdır’ın yıllardır tarif ettiği akvaryum.Geleceğe dair sorunun cevabına gelince, cevabım evet. Benim kendimce “Yeni Eski Türkiye” diye tarif ettiğim bir Türkiye var. O gelecekte bizi bekleyen bir Türkiye, eskisi de yenisi de kaçınılmaz dönüşümlerini tamamladıklarında bizi gelecekte karşılayacak bir Türkiye. Hayalim, o Türkiye’de ne taraftan gelirse gelsin hamasetin azalmış, beraberlik duygusunun çoğalmış olması. Beklemesi bile zevkli böyle bir Türkiye’yi, ben bekleyeceğim.